23 Temmuz 2008 Çarşamba

protez

Küçücüktüm. İlkokul dört mü beş mi, şimdi hatırlayamıyorum pek. Hergün okula giderken yokuşu hızla, neredeyse koşarak iner; dönüşteyse yavaş yavaş tırmanırdım. Bu dik Arnavut kaldırımı yokuş hem okul yoluydu hem de evin yoluydu benim için.Okullar kapanmak üzereydi. Belki birkaç hafta ya var ya yok. Sabahçı olmalıydım o sıra. Okuldan eve dönüyordum bıkkın adımlarla yalpalayarak. Elimdeki çanta sanki her adımda biraz daha ağırlaşıyordu. Haziran ayıydı sanırım; öyle ya okullar kapanmak üzere. Sıcak tam tepemde ve yokuş sanki her adımda inadına biraz daha dikleşiyordu. Her zamanki gibi hayaller içindeydim... Büyüyeceğim. Büyüyünce... (Ne oluyorsa sanki büyüyünce!) Nasıl susamıştım sıcaktan. Şimdi yol üzerindeki apartmanlardan bir teyze pencereyi açıp sesleniverse, "Seliiiim, gel oğlum bir bardak soğuk su iç. Azıcık soluklan da sonra devam et eve doğru" deyiverse... Yol kenarında şişman bir teyze gördüm. Doğrudan yokuşa açılan bir kapının önünde dikiliyordu, elini kalın beline dayamış. Şişman ve yaşlıca bir kadın. Baktım ki o da dikkatle bana bakıyor. Yoksa bana şimdi seslenip "Seliiiim, gel oğlum bir bardak soğuk su iç" mi diyecek. Yok demedi. Ama el etti bana gel diye. Yanına gittim.

"Senin adın ne oğlum?"

"Selim"

"Kaç yaşındasın sen?" Dokuz on her neyse; cevapladım.

"İçeri gelsene biraz" dedi.

"Ne o yoksa soğuk su mu vereceksiniz?" diye sordum.

"İstersen veririm" dedi. Kapıda durdum. Bir şişe su getirdi, bir bardak doldurup verdi. İçtim.
"Bir bardak daha alabilir miyim?" dedim.
"Lafı mı olur" dedi. İçip teşekkür ettim.
"Artık ben gideyim teyze."
"Ayyyy duuur, nereye gidiyorsun hemen öyle?"
"Evee."
"Dur acele etme." Yoksa yemeğe de kal mı diyecek acaba diye düşündüm.
“Senden bişey isteyeceğim, emi?”
“Ne peki?”
“Gel önce mutfağa da bak ne yapıyorum?”
“Ne var mutfakta? Yemeğe mi kal diyeceksin?”
“Kal istersen ama yemek değil mutfaktaki”
“Ne peki?”
“Su su, sıcak su.”
“Ne yapacaksın sıcak suyu?” İçeri girdim. Mutfağa yürüdük peşpeşe. Koca bir tencerede su kaynıyordu.
“Hele sen beni izle. Bak bişey daha göstereceğim sana.” O önde ben peşinde az ötedeki kapının önünde durduk. Acaba içerde ne var diye geçirdim içimden. İyice meraklanmıştım. Kapıyı açtı. Birşey yoktu. Bildiğin alaturka tuvalet işte.
“Niye gösteriyorsun bana tuvaleti?”
“Şeyyy. Elini şöylece sokuversen deliğe. Bak benimki giriyo mu? Koca bilek. Ah işte burada kalıyo bak” diyerek elini deliğe sokuverdi. Gerçekten de bileğinden sonrası girmedi deliğe kalınlığından. Korktum. Geri çekildim. Şişman ve yaşlı kadın deliğe sıkışmış bileğini dışarı çekmeye uğraşırken “Korkma yavrum” dedi. “Bak su da kaynattım. Yıkarsın sonra elini bol sıcak sabunlu suyla. Ah benimki girseydi, bunu senden istermiydim hiç. Girmiyo ama. Kahretmesin. Bak senin kolun incecik, ne güzel.”
Artık koşup kaçmak üzereydim. Kımıldandım.
“Niye korkuyosun yavrum? Korkma kötü bişey yok. Amcan takma dişlerini düşürmüş öksürürken” diye yakındı kadın.
O bileğini çıkaramadan ben yeniden yokuştaydım. Dönüp arkama bile bakmadım koşarken.

~

Bu öykü Ankara Life Dergisi'nin Aralık-Ocak 2009 sayısında yayınlanmıştır.


© Emin Akçaoğlu

batak

Sustum. Ben de onun kadar içmeli miydim; yararı olur muydu – bilemedim. Barda karşımda oturan ve sessizce beni dinliyormuş gibi duran bu adam acaba söylediklerimin ne kadarını anlıyordu? Bunu kendisine sormam bile anlamsızdı. Benim ölçülerime göre çok da fazla içmiş sayılamayacağı halde alkolün onu çoktan teslim aldığı gözlerinin donukluğundan okunuyordu zaten. Üstüne varmadım. Kimin aşkı daha büyüktü acaba: Onunki mi yoksa benimki mi? Öylesine çaresiz bakıyordu ki üstünde düşünmeksizin bu akşamı onun aşkını konuşarak geçirmenin daha uygun olduğuna karar verdim.
“Anlat” dedim “Belki rahatlarsın?”
Dudaklarından yarım yamamak dökülen hecelere “Nesini?” gibi bir anlam yüklemekte sakınca görmedim.
“Daha fazla içmemelisin” diye cevapladım. “Konuşalım biraz. Kahve içer misin?”
Barmene döndüm ve iki kahve istedim. Önündeki bira bardağını azıcık uzaklaştırdım iterek. Barmenle göz göze geldik yeniden; bardağı kaldırmasını işaret ettim.

“Hadi anlat? Nasıl başladı herşey?”
“Merdiven boşluğunda” dedi. Kahvesini yudumlarken azıcık açılmış gibi görünüyordu. Sanki anlatarak, yaşadıklarını yeniden yaşamak ister gibi canlandı. Gözlerindeki donukluğun ve uyku hâlinin silinir gibi olduğu fark ettim.
“Okulun merdivenlerinde mi? İlk orada mı karşılaştınız?”
“Hayır ilk kez Profesör Brooks’un evinde karşılaştık. Sadece tanıştırıldık o akşam. Profesör Brooks Nottingham Üniversitesi’ne geçmeye karar vermiş ve bizi bir hoşçakal partisine davet etmişti. Ben bölüme henüz katılmış bir doktora öğrencisiydim. Londra’da City’nin ihtişamlı binalarında bunaltıyla geçen beş yıldan sonra bankacılığın bana göre bir iş olmadığına ve yeniden – öğrenci olarak da olsa – üniversiteye dönmeye karar vermiştim. İlk karşılaşmamızda beni pek de etkilediğini söyleyemem doğrusu. Sadece mavi gözlerindeki ışıltı dikkatimi çekmişti. – hepsi o kadar. Hatta çirkin görünmüştü bana – belki de o yüzden gözlerinin mavisi bu kadar dikkatimi çekmişti – bilemiyorum. Sonra okul binasının merdivenlerinde sıkça karşılaşmaya başladık. Okulun merdiven boşluğunu bilirsin, koca bir avlu aslında. En alt kattayken bile en üst kata kimin çıkıyor olduğunu kolayca görebilirsin. Kimi zaman uzaktan görüyordum onu, kimi zaman yanı başımda beliriyordu. Önceleri sadece selamlaşıyorduk. Birgün birlikte bir kahve içmeyi teklif ettim. Bir doktora öğrencisi ile bir öğretim üyesinin birlikte kahve içmelerinden daha doğal birşey olamaz belki ama tabii öğretim üyesi ve öğrenci farklı bölümlere mensup olduklarında da böyle algılanır mı bilemiyorum.”

Anlattıkça uykusuzluk eridi gitti gözlerinde. Kahvesini tazelettirdim. Anlatmıyor yaşıyordu. Hikâyesine ben de kaptırmıştım kendimi. Kendi acımı hatırlamıyordum bile.

“Evliymiş. Çocuksuz ama. Kocasından çok söz etmek istemedi. Kahvelerimizi yudumluyorduk. Mavi gözleri içimi gıcıklamaya çoktan başlamıştı. Çirkinliği de yüzünde bir maskeymiş de sanki, sonradan çıkarıldığında kendi yüzü açığa çıkmış gibiydi benim için. Birşeyi vardı, bir türlü tarif edemediğim. Böyle insanı kuşatıveren ve kendisine doğru çeken bir gizli güç. O ilk kahve sohbetini gittikçe sıklaşan başka sohbetler izlemeye başlamıştı. Sonraları öğle yemeğine de gitmez olmuştum. Sabah evden çıkmadan önce hazırladığım sandviçleri onun odasında yiyorduk. Konuşacak o kadar çok şeyimiz vardı ki... Dans etmeyi çok severmiş. Bir toplulukları varmış. Her hafta Cumaları biryerlerde buluşur dans ederlermiş. Birgün bana sende gel dedi. Gittim. Pek becerikli değildim dans ederken. Güldü bana. Evliydi ama kocası yoktu ortalıkta. Üstelik ondan söz etmeyi de pek sevmezdi. Beni arkadaşlarına ‘Duncan bizim okulda doktora öğrencisi’ diye tanıştırıyordu. Arkadaşlarından kimsenin de kocasını sorduğunu hatırlamıyorum hiç. Artık aşıktım. Gözlerimi ona bakmaktan alıkoyamıyordum. Oysa birlikte geçirdiğimiz zaman ne kadar uzun olursa olsun bana değer vermiyormuşcasına davranıyordu hep. Ben her fırsatta yakınlaşmaya çalışıyorken o hep kaçıyordu. Tanışalı aylar olmuştu artık. Arkadaştık. Bence çok iyi arkadaştık ama sadece arkadaştık. Öylesine bir ruh halindeydim ki; onunla birlikte geçen saatlerin dayanılmaz mutluluğuyla ona erişememenin, ona kavuşamamanın acısını bir arada yaşıyordum. Ama sözünü ettiğim çekiciliğinin esareti altında, kendimi ifade etme, duygularımı kendisine söyleme fırsatım bile yoktu. İnce dudaklarını öpmek istiyordum. Tenine tenimi değdirmek istiyordum. Fakat nafile. Yirmi altı yaşındaki genç bir adamın, otuz yedi yaşındaki olgun bir kadına köleliği... Birgün yine okulda onun odasındaydık. Öğle saatleriydi. Her zamanki gibi benim hazırladığım peynirli sandviçten ısırdığı lokmayı çiğnerken, odasını çepeçevre sarmış olan raflardaki dağınıklığa aldırmaksızın, kitaplarının sırtlarına göz gezdiriyordu. Sonra yürüdü ve kapıyı içeriden kilitledi. Ben kilit sesini duyunca başımı önümdeki dergiden kaldırıp ona baktım. Daracık odasında birkaç adımda bana ulaşıvermesi işten bile değildi. Eğildi ve dudaklarımı öptü. Bayılacak gibi oldum. Kanım kaynıyordu ama ellerim buz gibi terliyordu. Kasıklarımdaki sızı sadece bugünün sızısı değildi aslında; fakat kalakalmış, gafil avlanmıştım. Oysa bu an aylardır beklediğim andı. Tuzağa düştüğü ilk anda donakalmış av gibiydim. Gözleri kapalıydı öperken. Sonra birden doğruldu. Enerjik adımlarla kapıya seğirtti ve açtı. Bana öğleden sonra işim olup olmadığını sordu. Öğleden sonra danışmanımla olan randevumu hatırladım birden ama kekeleyerek ‘yok’ deyiverdim. Çarşambaları öğleden sonra dersi olmazdı. Saat ikiye kadarki zamanını, soru sormak için gelen lisans öğrencilerine ayırır, ardından da eve giderdi hep. Saat ikiye çeyrek vardı. ‘Hadi çıkalım’ dedi. Çıktık. O günden sonra kelimenin anlamında onun esiriydim. Kocasının adını andırmıyordu bir türlü. Ayrı yaşadıklarını söylüyordu hep. Neden boşanmadıklarını öğrenmek istiyordum. Evlilik düşünmeye başlamıştım. Ama ona bu konuyu açmaya bile cesaretim yoktu. Artık okulda daha seyrek görüşmeye başlamıştık. Geceler gündüzlerin yerini almıştı. Ben doktora tezimi ve hatta danışman hocamın yüzünü bile unutmuştum. Uykusuz geçen geceler tüm enerjimi alıyor, gündüzlerse ya uyuyarak ya da onun hayâlini kurarak geçiyordu. Tutsaklığım her geçen gün biraz daha derinleşiyor ve ben batıyordum. Aşk konusunda söylenen ve daha önceleri uçuk gelen sözlerin ne anlama geldiği artık tereddütsüz kavramıştım. Ben aşkın uçurumunda yuvarlandıkça ondaki aldırmazlık artıyordu. Evet aldırmazlık! Doğrusu onun bu tutumunu tanımlamak için hangi kelimenin uygun olduğunu bile tam bilmiyorum. Sonraları, ilişkimizin önceleri sadece gecelere yayılan yönü, aydınlık saatlere de sarkmaya başladı. Seyrek de olsa bölümdeki odasında bile öpüşmekten öte gittiğimiz oluyordu. Bu durum beni çok korkutuyordu ama esiriydim. Ne isterse ona sunuyordum. Aslında korkum kendi doktoramdan çok onun işi içindi. Ben doktorayı çoktan unutmuştum bile. Artık aklımdan buralarda bir iş bulmayı geçirmeye başlamıştım. City’deki Amerikan bankasında çalıştığım dönemde biriktirdiğim paranın bir kısmını çoktan bitirmiştim. Akademik kariyer benim için cazibesini hâlâ koruyordu ama bu kafayla nasıl akademik kariyer yapılabileceği sorusuna cevap veremiyordum. Bu tabii başlı başına bir tez konusu bile olabilirdi. Dişlek danışmanım Profesör Hamilton’ı her gördüğümde, o daha beni görmeden sıvışacak bir delik buluyordum nasılsa. Aşk ve şehvet dolu, karanlıkla gün ışığının birbirine bulandığı günler hızla geçiyordu. Sarı saçlarımın arasında tek tük görünmeye başlayan ak saçlarımın kaynağı, bu düzensiz hayat ve yaşadığım stres olmalıydı. Ona olan aşkımın doyurulan şehvet yönüne karşı ölesiye aç bırakılan duygusallığı, başlı başına büyük bir dertti benim için. Üstelik geride bıraktığım ve bir daha dönemeyeceğim bir işim ve belki de asla gerçekleştiremeyeceğim kariyer planlarım vardı. Paramın günbegün tükenişi bankadan gelen aylık ekstrelerde görünüyordu ama yazmam gereken tezin sayfa sayısında başlangıçta verdiğim tez teklifinin ötesinde fazlaca bir artış olmamıştı. Kendime acıyordum. Bir bataktaydım ve bir güç beni gittikçe daha da derinlere çekiyordu. Bu karma karışık duyguların içinde sürüklenirken, onun farkettirmeden benden uzaklaşmaya çalıştığını hisseder gibi olmuştum. Yoksa kendi kendime ürettiğim bir korku mu bu dile düşünüyordum ama hayır bu gerçeğin ta kendisiydi. Artık eskisi kadar sevişmek istemiyordu. Ya da eskisi kadar zevk almıyordu sevişirken. Hatta görüşmekten bile kaçınmaya başladığını seziyordum. Fakat o kaçtıkça ben üstüne gidiyordum. Bu durumdan o da acı duyuyordu. Benimse baştan beri duyduğum acıydı zaten.

Bir gün odasına gittim. Normalde o saatlerde hep odasında olduğu halde yerinde yoktu. Endişelendim ve hemen evine telefon ettim. ‘Endişelenme evdeyim. Yorgunum biraz – dinleniyorum’ dedi. ‘Peki’ dedim. ‘Eğer birşey istersen?’ ‘Sağol’ deyip kestirip attı. ‘Geleyim mi’ diye sordum. İstemedi. Üstelemedim. Bunu izleyen günlerde sevişmelerimiz ve görüşmelerimiz iyice seyreldi. Fırsattan istifade kendimi toparlamaya ve daha çok tezime vermeye çalışıyordum ama başarılı olduğum söylenemezdi. Kütüphanede makale toplamanın ve rafların arasındaki gündüz rüyalarımın dışında çok da verimli sayılmazdı bu dönem. Bunalmıştım. Bir gün onu yine olması gereken saatlerde odasında bulamayınca telefon etmeksizin evine gitmeye karar verdim. Yakınlardaki bir köyde oturuyordu. Arabam olmadığı için çok da kolay olmayacaktı bu ziyaret. Genellikle onun arabasıyla birlikte giderdik evine. Tabii beni okulun önündeki otoparktan almazdı arabasına. Ben ondan on dakika önce binadan ayrılır ve kampusun çıkışındaki otobüs durağına doğru yürürdüm hep ve beni sanki otostop yaparcasına alırdı beni arabasına. Zihnimde bulanık düşüncelerle, yine otobüs durağına seğirttim. Üstelik bu kez beni almaya gelmeyeceğini bilerek. Saat başı durağa uğrayan iki katlı Sileby otobüsünün üst katındaki rahatsız koltuğa oturduğumda, onu evde, salonda oturmuş kahvesini yudumlayıp sigarasını içerken ve Klasik müzik dinlerken hayal ediyordum. Mavi gözleri de donuk olmalıydı. Ekimin tipik, yağmurlu bir günüydü. Yol boyunca uğradığımız köylerde yemyeşil çimlerin üzerine yayılmış sarı yapraklar bana kendimi hatırlattı. Bu yapraklar kadar yorgun ve kuruydum. Arabayla yirmi dakikada alınan yolu otobüs ancak kırk beş dakikada alabiliyordu, sürekli durduğu ve yolu birazcık uzattığı için. Bu kırk beş dakika boyunca onu ve kendimi hayal ettim – çoğu zaman birlikte. Bu ziyareti sevişerek tamamlamak istiyordum için için. Aramıza giren soğukluğu savurup atacak kadar ateşli anlar. Duraktan evi beş dakikaydı yürüyerek. Evde ışık yoktu; salonda okuyor olamazdı. Bahçe kapısını geçip kapıya dayandığımda zile bastım. Bekledim ama açılmadı. Fakat evde olduğuna şüphe yoktu; garaja bile sokmamıştı arabasını. Endişelendim. Bahçeye açılan mutfak kapısının yanındaki tuğlalardan birinin arkasında, bu kapıyı açan bir anahtarın olduğunu evinin anahtarlarını bölümdeki odasında unuttuğu bir gün öğrenmiştim. Mutfağa girdim. Evde ebedi bir sessizlik vardı sanki. Korktum. Ya iyi değildi ya da uyuyor olmalıydı. Yatak odasına gitmek istedim. Üst kata çıkan merdivenin ahşap basamakları hep gıcırdardı. Henüz birkaç basamağı çıkmışken sabahlığı içinde bir adamın şaskınlık ve korkuyla bana baktığını gördüm. Ürkmüştüm. Ben merdivenin başındaki yabancıya bakarken birden adamın arkasında o beliriverdi ve bir kahkaha attı. ‘Duncan! Kusura bakma bugün öğleden sonraki toplantımızı unutmuşum. Beni bulamayınca korkmuş olmalısın ama neden bir telefon etmedin?’ Merdivenin başındaki yabancı ve ben şaşkındık. Onun dudaklarından dökülen sözler kulaklarımda inlerken, yaşadığımın rüya olup olmadığını anlamaya çalışıyordum. Konuşmak için dudaklarımın kımıldadığını görünce izin vermedi: ‘Tanıştırayım, kocam’ dedi.” Sustu...

Kahvesi çoktan bitmişti. Barmene bize yeniden bira getirmesini söyledim. Daha fazla sormadım.

© Emin Akçaoğlu

düş(üş)

Uzun gecenin ardından gün ağarıyordu. Uykususz geçen tüm geler uzundu onun için. Kalkmak istemedi. Bu kez diğer tarafına döndü yatakta. Ellerini birbirine kavuşturup bacaklarının arasına sıkıştırdı. Daha rahat ve güvende hissetti kendini. Gözlerini kıpıştırdı Perdenin aralığından sızan parlak beyaz ışık gözlerini rahatsız etti. Alt kattan sesler geliyordu. Ablası çoktan kalkmış olmalıydı. Ablasını ne kadar çok özlediğini düşündü; “Ne çok özlemişim onu” diye mırıldandı. Kaç sene geçmişti aradan? Yedi mi? Herhalde en az yedi olmalıydı. O zamanlar bekârdı. Şimdi karısı da yolda olmalıydı. “Ben gelmeden gelme” demişti karısına. Onu da çok özlemişti. “Ya annem? Yaşlanmış olmalı... O da Melahat’la birlikte yolda şimdi. Gröüşmemize sadece saatler kaldı.” Yatağın içinden çıkmak istemiyordu ama daha fazla yatamayacaktı da. Azıcık geriye doğru çekti kendini. Yaslanmak için yastığını arkasına aldı ve ellerini başının gerisinde kenetledi. Dün sabah ayrıldığı o büyük Batı şehrini düşündü. Şimdi Doğudaydı; o Batı şehrinden yüzlerce kilometre uzakta. Uçak Londra’yı terkederken seviniyordu ama içindeki burukluğu da bir türlü yenemiyordu. Aktarma yapmak için Roma’ya indiklerinde, o burukluk çoktan büyümüş ve silinmesi kolay olmayacak derin bir özleme dönüşmüştü bile. İşte onbeş yıl süren gurbet ve ayrılık acısı sonlanıyordu azar azar; yerini bir başkasına bırakarak... Batı şehirlerini kimbilir ne zaman tekrar görebilecekti. Yolculuğun Roma’dan sonraki kısmında zihninde hep bu sorularla boğuştu. Rahatlayamıyor, ruhunu rahatlatamıyordu. Tebriz’de kendisini nelerin, nasıl bir geleceğin beklediğinden de pek emin değildi. Sevenlerine kavuşacak olmak yüreğini ısıtıyordu ama. Melahat, ablası, annesi, babası ve kardeşleri... Ya akrabaları? O hiç sevmediği, sevemediği amcası mesela? Büyük halası? O birbirini takip edecek sorgulamalar? O imâlı ve hatta küçümseyen bakışlar? “Bunca yıl gurbette kaldıktan sonra elinde ne var?” derlerdi muhakkak? Elinde kalan nesi vardı sahi? Aşk acısı mı? Melahat’i severdi. “Ona aşık mıyım?” diye geçirdi içinden. “Hayır” demeyi yakıştıramadı kendisine. Fakat içindeki birşey pırpır edip duruyor “hayır”ı koparmak için zorluyordu onu. Daha fazla direnemedi. Gözlerini kapattı.

***

“Adım Maria” dedi kız elini uzatırken.
“Benimki Rahman” diye cevapladı esmer genç. Genç kızın koyu kahverengi gözlerinin içi gülüyordu. Beyaz dişleri siyah pırasa saçlarıyla çevrelenmiş yüzünü her gülüşünde yeniden yeniden ışıtıyordu.
“Nerelisin?”
“İranlıyım. İran Azerbeycan’ından. Tebriz’i duydun mu hiç?”
“Şeyyy - duymadım. Coğrafyam pek iyi sayılmaz zaten.”
“Sen nerelisin peki? İspanyolsun sanırım.”
“Bir bakıma evet. Katalanım ben – Barselona’dan. Sen Barselona’yı biliyorsun değil mi?” Rahman gülümsedi:
“Nasıl bilmem!”

***

Daha fazla yatakta kalmak istemedi. Yatağın kenarına oturdu ve bir süre düşündü. Babası “Oğlum yorgun” dediğini söylemişti. Yalan değildi; yorgundu. Hem de çok yorgun. Belki de tükenişin kıyısında. Bir müddet babasının çiftliğine gidecekti. Orada atlarla meşgul olmak, doğayla avunmak istiyordu. Bir de çiçek yetiştirmek. İngiltere’den beraberinde getirdiği çiçek tohumlarını hatırladı. O çiçekler açtıkça, o Batı memleketini, o Batı memleketindeki acı ve tatlı günleri düşünecekti.

***

Ter boşanıyordu bedeninden. Teni kavruluyordu sanki. Kızı olabildiğine ihtirasla öpüyor; sırtında hissettiği tırnakların acısı arzusunu kabartıyordu. İnledi kız. Gece lambasından yüzlerine yansıyan kızıllığın alevsi görüntüsü ve kavrulan tenleri, sanki bir yurt odasında değillermiş de bir dağ evinde, yanan kütükleri barındıran bir şöminenin yanı başındalarmış hissi veriyordu. Yüzlerinden şehvetin doruklarını henüz ziyaret etmiş oldukları okunuyordu. Boynunun altından dolandırdığı koluyla sıkıca sarıldı kıza. Serbest kalan kolunu başının altına aldı. İçinde ince bir sızı vardı. Melahat’i düşündü. Şuçluluk... Suçluluk... Şuçluluk... Şuçluydu!

***

Ayakları yatmadan önce çıkardıkları terlikleri aradılar. Tekini kolayca buldu. Diğerini ayağıyla bulamayınca yatağın kenarına doğru eğildi altına bakmak için. Üzerindeki mavi pijamayı çekeleyerek doğruldu, öteki terliği de bulduktan sonra. Terlikleri yerde sürüyerek kapıya doğru yürüdü. Kapıyı araladığında taze çörek kokusu burnuna çarptı ilkin. Eve döndüğüne sevindi. “Vatan” diye mırıldandı. Banyoya yürüdü. Alt kattan gelen konuşmalar bir anda kesildi. Duraksamadan banyoya girdi. Merdivendeki ayak sesinin gittikçe yakınlaştığını işitti. Banyonun kapısı tıklandı. Kapının arkasındaki ses “Rahman soldaki sarı havlular temiz; senin için çıkarttım” dedi. “Sağol abla” diye cevapladı. Akan soğuk suya ellerini uzatmadan önce uzun uzun aynaya baktı. Sakalları çıkmıştı. Canı traş olmak istemedi. Aynadaki yüz yorgun görünüyordu. Babasının “Oğlum yorgun” sözü aklına düştü. “Oğlun yorgun baba. Oğlun çok yorgun hem de!” diye geçirdi içinden. O Batı ülkesinde yaşanmış anlardan fotoğraflar gözünün önüne geldi yeniden. Zaman ne kadar acımasızdı. Seneler sanki gün gibi geliyordu geçtikten sonra. On yedi yaşında daha sakalları yeni çıkan bir delikanlıyken ayrıldığı ülkesine, otuz iki yaşında yorgun bir adam olarak dönmüştü. Karmakarışık düşünceler zihninden süzülürken, yüzüne çarptığı bir avuç soğuk su dışarıdaki kışı hatırlattı. Dün gece geç saatlerde geldiği Tebriz’in sokaklarında kar vardı. Oysa Londra yağmurluydu.

***

“Gidecek misin?”
“Evet.”
“Buraya yerleşsen? Birlikte yerleşsek?”
“Kalamam. Evli olduğumu biliyorsun Maria.”
“Boşanamaz mısın?”
Odaya suskunluk çöktü.
“Karımı... Seviyorum... Çıkıp biraz yürüyelim mi? Bu karanlık oda daha da bunaltıyor içimi.”
“Peki çıkalım.”
“Yine yağmur başlamış. Üstüne yağmurluğunu da al.”
“Aldım.”

***

“Beni de sevdiğini söyledin hep.”
“Sana yalan söylemedim hiç.”
“Peki nasıl oluyor bu? Yani hem onu hem beni?”
“Sana aşığım Maria! Melahat’i en baştan beri biliyordun – söyledim sana. Onun bir kabahâti yok. Herşeyden habersiz beni bekliyor.”
“Ya ben? Benim ne kabahâtim var? Bana haksızlık etmiyor musun?”
Soruyu cevaplayamadı. Sustu. Yağmur hızlanmıştı. Parkın çakıl kaplı yolunda yağmura aldırmaksızın ikisi de ağlıyorlardı yürürken. Yağmura karışan göz yaşları yanaklarından sessizce süzülüyordu. Park neredeyse bomboştu. İleride köpeğinin ihtiyacını gidermek için yağmura tahammül etmeye çalışan bir yaşlı kadından ve kendilerinden başka kimse yoktu ortalıkta. Rahman suskundu. Ne diyeceğini, ne yapacağını bilemiyordu. İçinden kaçıp gitmek geldi. Yakınlardaki istasyona koşup önüne gelen ilk trene atlamalı, tren nereye giderse oraya gitmeli diye düşündü. Maria hıçkırmaya başlamıştı. Omuzlarını tuttu kızın ve kendine doğru çekti, sarıldı. Nisan yağmurları bu yıl daha bir coşkun yağıyordu adaya. Kız hareketsizdi ama hıçkırıyordu.
“Rahman ne olur terketme beni. Bak daha okulun da bitmedi. En azından okulu bitirinceye kadar kal n’olur. N’olur! Rahman suskundu. Maria Rahman’ın suskunluğu’ndan cesaret aldı. Bak okulun çok önemli Rahman. Beni düşünmüyorsan bile okulun bitsin. Azıcık kendini ver tezine.” Rahman Maria’ya sarılmış öylece duruyordu. Rahman susuyor ama Maria’nın her sorusunu, her sözünü içinden cevaplıyordu. “Azıcık kendini versen tezini altı ayda bitirirsin Rahman.” “Mühendislik diploması umrumda bile değil artık.” Yağmurun gürültüsü Maria’nın hıçkırıklarını bastırıyordu.

© Emin Akçaoğlu

18 Temmuz 2008 Cuma

düş kabinleri

Temmuz sıcağında su yoktu! Musluğu açtığımda gelen ses sadece: Tıssss! “Havuza mı gitsem ne?” dedim kendi kendime. Havuz çantamı kaptım ve yürümeye başladım. Apartmanların bakımlı bahçeleri harabeye dönüşmüştü; ne çiçek kalmıştı ne de çim. Yokuşu inip de üniversite kampusunun nizamiyesinden geçince rüzgârda salınan dallar arasında yürüyerek on dakika sonra havuzdaydım. Binanın önündeki masalardan birine oturup nefeslenmek istedim. Kirli beyaz tasmasız bir köpek gelip yattı masamın kenarına. İrkildim.

Köpeklerden çekinmek gerek, nemelazım. “Hoşt” der gibi oldum. “Hoş bulduk” dedi köpek. Kulaklarıma inanamadım. “Ama sen ko…” “Evet konuşurum ben. Bütün köpekler gibi yani.” “Öyyyle miiii?” “Hav” dedi bu kez. “Otursana” dedim. “Peki” dedi. Karşımdaki sandalyeye özenle kurulup bacak bacak üstüne attı. “Ben gazoz içeceğim. Sen de içer misin?” dedim. “Teşekkür ederim. Yerine bir Türk kahvesi söylesen bana.” “Nasıl istersen” dedim. “Şey, sigarayla iyi gidiyor da” dedi. Şaka yapıyor sandım. Kahve gelince elini göğsüne uzattı ve tüylerinin arasından bir paket sigara çıkarıp masanın üzerine koydu. “İçersen yak bir tane” dedi. Paketin üzerinde kocaman harflerle ‘Sigara öldürür’ yazıyordu. Pakete dehşetle baktığımı görünce “Kimin umrunda!” diye hırıldadı. “Benim” dedim. Kibriti çaktıktan beş saniye sonra duman köpek dişlerinin arasından sızmaya başlamıştı bile. “Nereden geldin?” dedim. “Londra’dan” dedi. “Gemiyle mi?” “Hayır, yüzerek” “Nasıl yani?” “Şeyyy, Biraz garip ama… Yine kahve içiyordum. Birden fincanın içine düştüm. Fincanın kenarı çok dik ve kaygandı; çıkıp tutunamayınca son bir gayret daldım. Derinde fincanın sapının olduğu yerden ışık geliyordu. Sapın içine doğru yüzdüm. Çıktığımda İstanbul’daydım.” “Peki sonra?” “Sevdim İstanbul’u. Deniz vardı ama su yoktu. Musluklarda hep aynı ses: Tıssss. Biraz gezince yeter dedim. Haydarpaşa’dan trene atladım. Lokomotifte makinistlerin yanında iyiydi yolculuk. Bir de baktım Ankara’dayım. Gelmez olaydım. Susuzluk burada oradakinden betermiş meğer. Sabah kalkınca musluğu açıyorum: Yine tıssss! İnanır mısın; pirelerim bile beni terk ettiler. Sonra bu havuzu buldum ama içeri giremiyorum.” “Hoşça kal. Ben içeri giriyorum” deyip kalktım. “İyi ki içeri giremiyorsun” dedim içimden.

Duş kabinlerinin önü çok kalabalıktı. Duşunu alan yeniden soyunma kabinlerine dönüp, giyinip çıkıp gidiyordu. Bir anlam veremedim. Sıram gelince duşumu alıp havuza yöneldim. Havuzun mavi seramiklerinde masmaviydi su. Ama tenhaydı. Üç beş kişi belki. Duşların önündeki kalabalık aklıma geldi. Duş kabinlerinin düş kabinleri olarak kullanıldığını anladım. Aldırmadım. Suya sırtüstü yattım. Ohhh: Huzurlu bir serinlik… Birden gözüme suya terkedilmiş bir mavi sünger makarna ilişti. Makarnanın mavisi suyun mavisinden açıktı. Onda beni çeken birşey vardı nedense. Elimi uzattım. “Hadi sırtıma bin” diye fısıldadı. Şaşkın kalakalmıştım. “Ne duruyorsun; hadi” dedi. Bindim. Kalçasını okşadım. Kulvarın içinde ilerlemeye başladık. Hoşuma gitmişti. “Daha hızlı gidelim” dedim. Pek oralı olmadı. Kalçasını çimdikledim. Hızlandı. Elli metreyi bir çırpıda alıverdi kulvarın sonunadek. “Hadi atla. Diğer kulvara geçelim” dedim heyecanla. Çimdiğimi yemeden sözümü tuttu bu kez. Bir elli metre daha. Sonra yeniden yeniden yeniden başka bir kulvar. Havuzun karşı köşesine vardığımızda çok yorulmuştu makarna. “Yoruldun mu?” dedim. Cevap veremedi, derin derin solumaktan. Dili iyice dışarı uzamıştı. “Susadın mı?” dedim. Başını salladı. “Hadi iç” dedim. Dudaklarını havuza daldırdı ve içmeye başladı. Suyu emdi emdi emdi. Havuzdaki su seviyesi her emişinde biraz daha düşüyordu. Çok geçmeden zemine kadar inmiştik bile. Benle beraber oradaki diğer üç beş kişiden kimi sırtüstü kimi yüzüstü yatıyordu şimdi havuzun dibinde. Şaşkın gözlerle bana bakıyorlardı. Mavi makarna bir yılan edasıyla kıvrılıp uzadıkça uzamıştı altımda. “Sen ne yaptın?” dedim. “Özür dilerim” dedi, “Elimde değildi; çok susamıştım. Sen iç deyince duramadım.” “Peki şimdi ne yapacağız?” diye mırıldandım. “Bilmem” dedi. Aklıma çok iyi bir fikir geldi birden. “Çatıya kadar uzanabilir misin?” dedim. “Tabii” dedi. “Uzan ve başını yukarıdaki pencereden çıkar lûtfen. Sonra suyu dudaklarını kısarak ve başını sürekli çevirerek dışarı püskürt.” İsteksiz isteksiz baktı bana. “Bana bak makarna” dedim ve kaşlarımı çattım. “Peki” dedi ve yaptı dediğimi.

Dışarı çıktım. Yağmur çiseliyordu. Güneş parlıyordu. Bulutsuz gökyüzündeki gökkuşağı uzaktaki semtlerden birine dayamıştı sol ayağını. Üstünden kayasım geldi. Başımı kaldırıp çatıya baktım. Mavi makarna fırıl fırıl dönüyordu. Sırılsıklam olmuştum ama istifimi bozmadım. “Yağmuru meğer ne kadar özlemişim…” diye geçirdim içimden. Binanın önünde Londralı köpek sırılsıklam dansediyordu. Bana göz kırptı muzipçe. Yürüdüm...

Bu öykü daha önce Ankara Life Dergisi'nin Ekim-Kasım 2007 sayısında yayınlanmıştır.

© Emin Akçaoğlu