7 Mart 2009 Cumartesi

Sorgu

“Ne yapıyorsun bakayım sen burada?”
“Bekliyorum.”
“Ne bekliyorsun?”
“Size ne?”
“Ne demek size ne? Benim apartmanımın karşısında bekliyorsun.”
“Sizi ilgilendiriyor mu?”
“Evet ilgilendiriyor. Hem de çok ilgilendiriyor. Bir saattir buradasın. Pencereden izledim seni. Söyle bakalım kimsin sen ve burada ne bekliyorsun?”
“Sizi ilgilendirmez.”
“Bana bak hemen soruma cevap ver yoksa polis çağıracağım.”
“Bir arkadaşı bekliyorum.”
“Kim bu arkadaş?”
“Yahu size ne kimi beklediğimden, arkadaşımın kim olduğundan.”
“Beni sinirlendirme! Burada çok yakın zamanda nahoş hadiseler oldu. Hırsızlık gasp filan… Dolayısıyla burada kimi beklediğin beni bal gibi ilgilendirir. Kimi bekliyorsun dedim sana?”
"Arkadaşımı dedim ya!"
“Böyle arkadaş mı beklenir? Hemen polis çağırıyorum.”
“N’olur? On dakika daha. Lûtfen, sadece on dakika daha…”
“Peki adın ne senin?”
“Ömer.”
“Ömer ne?”
“Ömer Sümer.”
“Yaşın kaç senin?”
“Yirmi.”
“Nereden bileceğim doğru söylediğini? Çıkar kimliğini göreyim.”
“Buna yetkiniz yok.”
“Polisin var ama. Hemen çıkar yoksa polis çağıracağım.”
“Peki. İşte bakın.”
“Tamam peki ikna oldum Ömer. Ama söyle bakalım kim bu beklediğin arkadaş. Arkadaş böyle kaldırımda saatlerce beklenir mi?"
“Sevgilimi bekliyorum ağbi. Allah kahretmesin. Dün akşam kavga ettik. Onu çok üzdüm ağbi. Çok kötü sözler söyledim. Haksızlık ettim. Terketti beni. Sabaha kadar uyuyamadım. Sabahı zor ettim ağbi. Milyon kere aradım. Telefonunu da açmıyor. Mesaj attım. Yalvardım mesajlarda. Cevap bile vermedi. Çok kötüyüm ağbi. Anlatamam sana... Bugün dersi var. Evden çıkmasını bekliyorum. Bir çıksın; ayaklarına kapanacağım ağbi...”
"!!!!!!!!!"


© Emin Akçaoğlu

13 Şubat 2009 Cuma

Yusufcuk

Üç haftalık tatil dönüşü anahtarını kilide soktu ve çevirdi. İçerideki nemli hava burnuna çarptı; rahatsız oldu. Valizi içeri aldı ve kapıyı kapattı. Salona geçip üstünü çıkardı. Pencereyi açtı. Banyoya yöneldi elini yüzünü yıkamak için. Birden korkuyla çığlık attı. Kalakaldı önce. Sonra hemen telefona koştu.
“Alo. Urfalım kebapçısı mı?”
“Evet abla.”
“Bana hemen iki lahmacun gönderebilir misin acele tarafından?”
“İki yetecek mi abla?”
“Yeter yeter. Biri bana biri yusufcuğa”
“Tabii abla. Oğlunuz mu?”
“...”
“Abla adresi alayım.”

***

Zil çaldı. Kapıya koştu. Kabak kafalı küçük bir oğlan. Kebapçının çırağı olmalı. Çocuk elindeki poşeti uzattı.
“Abla lahmacunlar.”
“İçeri gelsene sen biraz.”
“Hayrola abla.”
“Senden birşey isteyeceğim.”
“Ne ki?”
“Banyoda yusufçuk var.”
“Oğlunuz mu?”
“Ne oğlu be! Bir patronun bir sen. Sen hiç yusufçuk görmedin mi?”
“Görmedim abla.”
“Küçük yeşil dört kanatlı kocaman bir böcek. Orada banyoda. Uçup duruyor. Onu öldürebilir misin benim için?”
“Yok abla. Öldüremem.”
“Neden?”
“Çok günah abla!”

© Emin Akçaoğlu

Ecel

“Aaaaa! Çabuk gel banyoda bir örümcek var!”
“Örümcek mi? Niye bağırıyorsun peki?”
“Anlamıyor musun: Banyoda bir örümcek var diyorum sana.”
“Peki anladık: ‘Banyoda bir örümcek var.’ Ne yapmamı istiyorsun benden?”
“Tabii ki onu öldürmeni.”
“Neden peki?”
“Dalga mı geçiyorsun benle? Neden isteyebilirim ki örümceği öldürmeni? Ya bizi ısırırsa?”
“Dur bir bakayım; ısıracak bir örümceğe benziyor mu? Yoook canııım. Baksana tartının yanına ağ yapmış. Sen uzunca süredir tartılmadın mı kuzum?”
“Bana bak, dalga mı geçiyorsun sen benle?”
“Yok hayatım. ‘Tartı uzun süredir kullanılmamış olmalı ki örümcek yanına ağ yapabilmiş’ diyordum.”
“Yeter sus artık. Sen öldürecek misin yoksa öldürmeyecek misin bu böceği?”
“Şeyyy... Dokunmasam şimdi. Zaten bunlar fazla uzun yaşamazlar. Belki yaşlıdır, hastadır falan. Belki yarın sabaha kadar ecelinden ölür.”

© Emin Akçaoğlu

22 Ocak 2009 Perşembe

Neşe Ablamın Kedisi


“Alman kurdunu görmeye gidelim mi?” dedi Büyük Zeynep. “Gidelim” dedim. “Hayır gitmeyelim. Ben ondan korkuyorum” dedi Küçük Zeynep. “O zaman oylayalım” dedi Büyük Zeynep ve Nihan’a dönüp sordu: “Sen ne dersin?” Küçük Zeynep Nihan’ın en iyi arkadaşıydı ama Alman Kurdu’nu görmek için de can atıyordu. “Şeyyy bence gidip azıcık görelim ama sonra dönüp saklambaç oynayalım” dedi Nihan. “Küstüm sana” diye kızdı Küçük Zeynep. “Mızıkçılık yok ama” dedi Büyük Zeynep. Küçük Zeynep burnunu havaya dikti ve “Hıh! Peki gidelim o zaman” dedi.

Alman Kurdu arka sokaktaki müstakil evin bahçesinde bağlıydı. Bahçe duvarına tırmanıp uzaktan seyrediyorduk onu. Aslında birbirimize bakıyorduk ama bizi seviyor olmalıydı ki hiç havlamıyordu bize. Bazen hüzünlü sesler çıkarıyordu. Bağlı diye üzülüyorduk. Bahçeli evin sahibi bizi her gördüğünde “Çocuklar köpek zincirini koparabilir; onu sakın kızdırmayın ha. En iyisi mi çekip gidin” diyordu. Ama bir süre sonra yine tırmanıp duvarın üzerine oturuyor ve Alman Kurdu’yla bakışıyorduk. Koca cüssesine, dimdik kulaklarına ve kocaman diline rağmen bize çok sevimli görünüyordu.

Büyük Zeynep, Küçük Zeynep, Nihan ve ben duvarın üstünde otururken birden yanımızda mahallenin en yaramazı Erdem Ağbim bitiverdi sanki ve hemen havlamaya başladı. Alman Kurdu ilkin pek oralı olmadı ama çok geçmeden o da Erdem Ağbime hırlayıp havlamaya başladı. Çok güzel havlar ve miyavlardı Erdem Ağbim. Sapsarı saçları vardı ve herkes onu Sarı Erdem diye çağırırdı. Alman Kurdu da havlamaya başlayınca biz çok korktuk ve duvardan aşağıya atladık. Ama Erdem Ağbim “Korkaklar” diye bağırdı ve duvarın üstünde havlamayı sürdürdü. Sonra nasıl olduysa Alman Kurdu öfkesinden zincirini kopardı ve Erdem Ağbimi kovalamaya başladı. Kalakaldık önce, neye uğradığımızı şaşırmıştık çünkü. Sonra biz de onların peşinden koşmaya başladık. Erdem Ağbim çok hızlı koşardı; hemen toz oldu. Nereye saklandığını anlayamadık bir türlü ama olan olmuştu bir kez. Alman Kurdu sokakta özgürdü şimdi. Ona üzülmemize gerek kalmamıştı artık.

Neşe Ablam kendi apartmanlarının önünde bir sokak kedisini besliyordu. Alman Kurdu Erdem Ağbimi yakalayamayınca Neşe Ablamın beslediği sarı kediyi kovalamaya başladı. Zavallı kedicik çok korktu. Hemen bizim apartmanın önündeki akasya ağacına tırmandı. Kedinin tüyleri diken diken oldu korkudan. O esnada karşı komşumuz Gülay Teyzem minicik köpeği Kuçu’yu ihtiyaç görmesi için çıkardığı yürüyüşten eve dönüyordu. Kuçu Alman Kurdu’nu sarı kediyi kovalarken görünce coşkuyla ona katılmak istedi. Birlikte akasya ağacının altında Neşe Ablamın kedisine havlıyorlardı. Gülay Teyzem Kuçu’yu “Utanmıyor musun küçücük kediyi korkutmaya” diye azarladı. Kuçu utanıp azıcık susar gibi oldu ama Alman Kurdu’nun aldırdığı yoktu. Neşe Ablamın kıvırcık kısa saçları diken gibiydi şimdi. Bir yandan Alman Kurdu’na bağırıyor bir yandan da kediyi ağaçtan indirmeye çalışıyordu. Ama çok korkmuştu zavallı kedicik; bir türlü inmeye cesaret edemiyordu.

Köpeklerin gürültüsü mahalledeki herkesi rahatsız etti. Üst komşumuz İlhan Amcam balkona fırladı önce. Sonra emeklilikten önceki kameramanlık günlerini hatırlayıp bir fotoğraf makinası kapmaya gitti içeriye. Karısı İclâl Teyzem kediciğe çok acımıştı ve ayağındaki terliği çıkarıp balkondan Alman Kurdu’na doğru fırlattı. Alman Kurdu terlik isabet edince kaçtı. Kuçu da koşup Gülay Teyzeme sığındı. Ama kedicik ağaçtan inmeye cesaret edemiyordu. Alt komşumuz Feriha Teyzemle yan komşumuz Naciye Teyzem çok yaşlı kadınlardı; “Ne olacak bu kediciğin hâli” diyerek üzülüp ağlamaya başladılar hemen. Neşe Ablam ısrarla “Gel pisi pisi “ diyordu ama kedicik inmiyordu. Yandaki yeşil apartmanda oturan Nehir Ağbim babasının doğum gününde aldığı Örümcek Adam kostümünün içinde seyrediyordu olanları. Çok heyecanlanmıştı ve “Ben şimdi hallederim” diye bağırmaya başladı. Herkes “Dur yapma” deyinceye kadar kendisini zemin kattaki evlerinin penceresinden bahçeye bırakmıştı bile. Tabii kediciği indirmeye faydası dokunmadı.

Neşe Ablama “Hadi itfaiyeye telefon edelim. Gelip kediciği ağaçtan indirsinler” dedim. “Aradım, gelemiyorlar. Yenişehir çokkatlı otoparkına bomba koymuşlar; bir kısmı oradalarmış” dedi. “Ya kalanları?” dedim. “Onlar da bulvarda patlayan borudan akan suyla dolan alt geçidi boşaltmaya çalışıyorlarmış” dedi. “Şansa bak yaa!” dedim, başını salladı. Gözüme Neşe Ablamın arabası ilişti. Keşke reklamlardaki gibi araba robota dönüşüverse ve robot da kediciği ağaçtan indiriverse diye hayıflandım. Fakat reklamlar ile gerçekler çoğu zaman pek uyuşmuyordu. Birden aklıma cin gibi bir fikir geldi. Hemen Gülay Teyzeme koştum. Önce kabul etmedi tabii. Ama bir süre dil döktükten sonra ikna oldu; kedileri köpekler kadar severdi.

Bizim apartmanın en üst katında oturan Tahir Ağbimlerin penceresinden kenarından kalın bir iple bağladığımız çuvalı akasya ağacının üstüne doğru sarkıttık. Düşmesin diye çok iyi sarıp sarmalamıştık. Kuçu biraz ürkmüştü tabii. Ağlıyor muydu havlıyor muydu anlayamadım. Yukarıdan bir köpeğin kendisine havlayarak yaklaştığını duyunca kedicik can havliyle yere attı kendini ve kaçıp gitti.

Neşe Ablam saçlarımı okşadı “aferin Bilge” dedi.

© Emin Akçaoğlu
Resim: Bilge Akçaoğlu

21 Ocak 2009 Çarşamba

Turbo

İlk kez, komşu kadınla salona girdiğimizde gördüm onu. Kafasını bile kaldırmadan, aralayıp kapayıverdiği gözleriyle bana bir an umursamazcasına baktı ve kanepenin üzerinde yatmayı sürdürdü. Biz üst kata tırmanırken, yıllanmış ahşap merdivenin çıkardığı gürültüden hiç rahatsız olmadığı, aşağı indiğimizde gözlerini aralamaya bile tenezzül etmeyişinden belliydi.

Barbara Cumartesi kendisinin evde olamayacağını, üvey babasını kaybettiğini, defin için Londra’ya gitmek zorunda olduğunu; anahtarı yandaki komşudan alabileceğimi söylemişti telefonda. Daha önce bulunmadığım bir ülkede, daha caddelerini bile görmediğim bir kentteki ilk gecemi yabancı bir evde yalnız geçirecektim.

Komşu kadının yardımıyla üst kattaki odama bir çırpıda yerleşiverdim. Dışarıda bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyordu. Odamın küçük penceresinden evin arka bahçesi görünüyordu. Yalın yemyeşil bir bahçe; ağaçsız ve çiçeksiz... Önceki yüzyılın sonlarından kalma, bir yanı başka bir eve bitişik diğer yanı bağımsız iki katlı mütevazı bir ev. Cambridge’in Coleridge Yolu’ndaki 47 numaralı kapıya yol kenarındaki küçücük ön bahçeyi birkaç adımda geçince ulaşılıyordu. Evin bitkiden bir çitle çevrili olan arka bahçesi daha büyüktü. Bahçede göze batan yegâne şey bir uçtan diğerine uzanan alçacık çamaşır ipleriydi. Havanın yağmadığı günlerde çamaşırlar buraya asılıyor, yağmurlu günlerde mutfakla bahçe arasına sıkıştırılmış çamaşır odasındaki kurutma makinesi kullanılıyordu. Yatak odaları üst kattaydı. İngiltere’deki ilk aylarımı bu küçük evde geçirecektim ve henüz kimlerle beraber yaşamaya başladığımı bile bilmiyordum.

Ertesi gün öğleye doğru eve döndü Barbara. Bu evin sahibesiydi. Kapının kapandığını iştince aşağıya indim ve kendimi tanıttım. O da kendisininden söz etmek istedi. “Lûtfen otur” dedi bana. “Çay ya da kahve içer misin” diye sordu. Kupası kahve doluydu salondaki masaya oturduğunda. İzin isteyip sigarasını yaktı. Kırlaşmış sarı şaçları ve masmavi gözleri vardı. Bir ilkokulda öğretmenmiş. Elli yedi yaşında. Dul. Kocasını kaybedeli yıllar olmuş. Kendisi gibi dul olan altmış beş yaşındaki Donald’la yaşıyormuş. Donald bir şirkette orta kademe yöneticiyken işini kaybettiğinden beri turist otobüslerinde şoförlük yapıyormuş. İki çocuk büyütmüş. Oğlu Phillip Londra’da yaşıyormuş. Kızı Maria, macera için bir süreliğine Avustralya’daymış... Maria’nın en büyük hayaliymiş bu. Üniversiteyi bitirir bitirmez tatillerde çalışarak biriktirdiği parayla çekip gitmiş. Dönünce o da Londra’ya yerleşecekmiş.

Bunları anlatırken Barbara birden duraksadı ve mutfaktan salınarak salona giren kediyi çağırdı “Toğba” diye seslenerek. Kedi isteksizce yaklaştı kadına. “Bu Maria’nın kedisi Toğba” dedi Barbara. “Tanıştık” dedim “Eve girdiğimde kanepenin üstünde yatıyordu.” “Diğer kediyi de gördün mü? O da benimki” dedi Barbara “Ama birbirlerinden hiç hazzetmezler.” “Hayır, görmedim” dedim. “Maria Toğba’yı bana emanet etti” dedi. Bir kediye Toğba adının verilmesini garipsemiştim. “Kedileri sever misin” diye sordu. “Evet” dedim. “Çocukluğumdan beri hep sevdim kedileri. Köpekleri daha çok severim ama kedileri de severim. Hiç kedim olmadı benim. Bir seferinde kömürlüğümüzün üstüne yuva yapan dişi kedinin yavrularını kendi kedilerimmişcesine benimsemiştim; taa ki kedi benimle uğraşmaktan sıkılıp yavrularını alıp yuvasını terkedene kadar.” Toğba yanımıza yaklaşınca okşadım onu. Belli ki kedinin çok hoşuna gitmişti. Okşamayı bırakınca bacaklarıma sürtündü. Yeniden okşadım. Keyif dolu gırıltılar çıkardı. Barbara’nın da hoşuna gitmişti kedileri sevmem. Sanırım Toğba da beni sevmişti.

Dedim ya, bir kediye Toğba adının verilmesine şaşırmıştım. Barbara’ya Tuğba isminin Türkiye’de kız adı olarak kullanıldığını söyleyince bu kez o şaşırdı. Bana Toğba’nın ne anlama geldiğini söyledi. Toğba meğer bildiğimiz ‘turbo’ymuş. Şişman kedi adının imâ ettiği çeviklikle uzaktan yakından ilgili görünmüyordu ama. Çoğu zaman uyuyor, arada bir mutfak kapısının altındaki kedi kapısından dışarıya çıkıp ortalıktan kayboluyor, çok geçmeden geri dönüp bol bol yedikten sonra yine bir köşeye büzülüp uykuya geçiyordu. Tabii imtiyazlı bir kediydi bu; Maria’nın kedisiydi.

Çok geçmeden Turbo ile aramız bozuldu. Hiç hoşlanmadığım bir huy edinmişti çünkü. Odamda olmadığım zamanlarda yatağımın üstünde uyumayı alışkanlık haline getirmişti. Odamın kapısının kilidi çok zayıftı. Kilidin bilye şeklindeki dili bir kedinin hafif bir kafa darbesiyle bile zorlanmadan açılabiliyordu. Akşamları okuldan döndüğümde Turbo’yu ve dökülen tüylerini yatağımın üzerinde görünce çok sinirlenmeye başlamıştım. Artık her seferinde onu görür görmez kendimi tutamayıp “pissssstttt” diye bağırıyordum tedirginlik içinde. Barbara’ya daha en baştan kedileri sevdiğimi söylemişken, Turbo'yu odamdan çıkarmak istememin yarattığı sıkıntıyla bastırılmış bir pissstttt oluyordu bu. Üstelik Turbo Maria’nın kedisiydi. Bense evde sadece birkaç aylığına kalan bir kiracıydım. Ah bir Maria gelse artık ve Turbo'sunu alıp gitse...

Bir Pazar günüydü. Odamda televizyon seyrediyordum. Barbara’nın çığlık attığını sandım. Herhalde yanılıyorum diye düşünüp aldırmadım önce. Sonra bana seslendiğini farkettim. Hemen aşağıya koştum. Salonun ortasında sırtı kapıya dönük, yere oturmuş ağlıyordu. “Ne oldu, neyin var” diye sordum. Başını bile çevirmedi. İlkin sırtını gördüğüm için ne olduğunu henüz anlayamamıştım. “Toğba... Toğba” diye inledi. Karşısına geçtim. Kolları kan içindeydi. Zor zaptettiği Turbo tırnaklarını boyuna Barbara’nın kolarına geçiriyor ama kadıncağız canı çok yanıyor olmasına rağmen kediyi bir türlü bırakmıyordu. Turbo güçlükle nefes alıyor, boğuluyormuşcasına hırıltılar çıkarıyordu. Ne olduğunu anlayamamış, ürkmüştüm. Kedinin kudurduğunu sandım. Barbara “Su getir n’olur” diye yalvardı. Mutfağa seğirttim. Bir çay kaşığını kapıp getirmem için bağırdı. “Ben bacaklarını tutuyorum. Sen suyu kaşıkla ver ağzına” dedi. Su kediyi azıcık rahatlatmıştı. “Ne oldu” dedim. Barbara biraz sakinleşmişti. Bir çırpıda anlatıverdi: Çarşafları yıkamış. Çamaşır makinasından birer ikişer çıkarttıklarını karşıdaki kurutma makinasına koymuş ve kapağını kapatıp çalıştırmış. Yarım saat sonra makinayı açtığında dökülen tüylere bürünmüş çarşafların arasından Turbo da çıkmış. Meğer, sıcağın cazibesine kapılan Turbo kurutma makinasındaki yumuşacık çarşafların arasına bırakıvermiş kendisini. Yarım saat süren nemli sıcak içinde bir sağa bir sola dönüş kedinin ciğerlerini neredeyse bütünüyle kurutuyormuş. Zavallı Turbo!

Bir süre sonra Donald geldi ve doğruca veterinere gittiler. Eve geldiklerinde Turbo toparlamıştı. Eskisi gibi yatağımın üstünde uyumayı sürdürdü. Bense “piiisssttt” demekten çoktan vazgeçmiştim. Maria dönmeden evden ayrıldım.

© Emin Akçaoğlu

23 Temmuz 2008 Çarşamba

protez

Küçücüktüm. İlkokul dört mü beş mi, şimdi hatırlayamıyorum pek. Hergün okula giderken yokuşu hızla, neredeyse koşarak iner; dönüşteyse yavaş yavaş tırmanırdım. Bu dik Arnavut kaldırımı yokuş hem okul yoluydu hem de evin yoluydu benim için.Okullar kapanmak üzereydi. Belki birkaç hafta ya var ya yok. Sabahçı olmalıydım o sıra. Okuldan eve dönüyordum bıkkın adımlarla yalpalayarak. Elimdeki çanta sanki her adımda biraz daha ağırlaşıyordu. Haziran ayıydı sanırım; öyle ya okullar kapanmak üzere. Sıcak tam tepemde ve yokuş sanki her adımda inadına biraz daha dikleşiyordu. Her zamanki gibi hayaller içindeydim... Büyüyeceğim. Büyüyünce... (Ne oluyorsa sanki büyüyünce!) Nasıl susamıştım sıcaktan. Şimdi yol üzerindeki apartmanlardan bir teyze pencereyi açıp sesleniverse, "Seliiiim, gel oğlum bir bardak soğuk su iç. Azıcık soluklan da sonra devam et eve doğru" deyiverse... Yol kenarında şişman bir teyze gördüm. Doğrudan yokuşa açılan bir kapının önünde dikiliyordu, elini kalın beline dayamış. Şişman ve yaşlıca bir kadın. Baktım ki o da dikkatle bana bakıyor. Yoksa bana şimdi seslenip "Seliiiim, gel oğlum bir bardak soğuk su iç" mi diyecek. Yok demedi. Ama el etti bana gel diye. Yanına gittim.

"Senin adın ne oğlum?"

"Selim"

"Kaç yaşındasın sen?" Dokuz on her neyse; cevapladım.

"İçeri gelsene biraz" dedi.

"Ne o yoksa soğuk su mu vereceksiniz?" diye sordum.

"İstersen veririm" dedi. Kapıda durdum. Bir şişe su getirdi, bir bardak doldurup verdi. İçtim.
"Bir bardak daha alabilir miyim?" dedim.
"Lafı mı olur" dedi. İçip teşekkür ettim.
"Artık ben gideyim teyze."
"Ayyyy duuur, nereye gidiyorsun hemen öyle?"
"Evee."
"Dur acele etme." Yoksa yemeğe de kal mı diyecek acaba diye düşündüm.
“Senden bişey isteyeceğim, emi?”
“Ne peki?”
“Gel önce mutfağa da bak ne yapıyorum?”
“Ne var mutfakta? Yemeğe mi kal diyeceksin?”
“Kal istersen ama yemek değil mutfaktaki”
“Ne peki?”
“Su su, sıcak su.”
“Ne yapacaksın sıcak suyu?” İçeri girdim. Mutfağa yürüdük peşpeşe. Koca bir tencerede su kaynıyordu.
“Hele sen beni izle. Bak bişey daha göstereceğim sana.” O önde ben peşinde az ötedeki kapının önünde durduk. Acaba içerde ne var diye geçirdim içimden. İyice meraklanmıştım. Kapıyı açtı. Birşey yoktu. Bildiğin alaturka tuvalet işte.
“Niye gösteriyorsun bana tuvaleti?”
“Şeyyy. Elini şöylece sokuversen deliğe. Bak benimki giriyo mu? Koca bilek. Ah işte burada kalıyo bak” diyerek elini deliğe sokuverdi. Gerçekten de bileğinden sonrası girmedi deliğe kalınlığından. Korktum. Geri çekildim. Şişman ve yaşlı kadın deliğe sıkışmış bileğini dışarı çekmeye uğraşırken “Korkma yavrum” dedi. “Bak su da kaynattım. Yıkarsın sonra elini bol sıcak sabunlu suyla. Ah benimki girseydi, bunu senden istermiydim hiç. Girmiyo ama. Kahretmesin. Bak senin kolun incecik, ne güzel.”
Artık koşup kaçmak üzereydim. Kımıldandım.
“Niye korkuyosun yavrum? Korkma kötü bişey yok. Amcan takma dişlerini düşürmüş öksürürken” diye yakındı kadın.
O bileğini çıkaramadan ben yeniden yokuştaydım. Dönüp arkama bile bakmadım koşarken.

~

Bu öykü Ankara Life Dergisi'nin Aralık-Ocak 2009 sayısında yayınlanmıştır.


© Emin Akçaoğlu

batak

Sustum. Ben de onun kadar içmeli miydim; yararı olur muydu – bilemedim. Barda karşımda oturan ve sessizce beni dinliyormuş gibi duran bu adam acaba söylediklerimin ne kadarını anlıyordu? Bunu kendisine sormam bile anlamsızdı. Benim ölçülerime göre çok da fazla içmiş sayılamayacağı halde alkolün onu çoktan teslim aldığı gözlerinin donukluğundan okunuyordu zaten. Üstüne varmadım. Kimin aşkı daha büyüktü acaba: Onunki mi yoksa benimki mi? Öylesine çaresiz bakıyordu ki üstünde düşünmeksizin bu akşamı onun aşkını konuşarak geçirmenin daha uygun olduğuna karar verdim.
“Anlat” dedim “Belki rahatlarsın?”
Dudaklarından yarım yamamak dökülen hecelere “Nesini?” gibi bir anlam yüklemekte sakınca görmedim.
“Daha fazla içmemelisin” diye cevapladım. “Konuşalım biraz. Kahve içer misin?”
Barmene döndüm ve iki kahve istedim. Önündeki bira bardağını azıcık uzaklaştırdım iterek. Barmenle göz göze geldik yeniden; bardağı kaldırmasını işaret ettim.

“Hadi anlat? Nasıl başladı herşey?”
“Merdiven boşluğunda” dedi. Kahvesini yudumlarken azıcık açılmış gibi görünüyordu. Sanki anlatarak, yaşadıklarını yeniden yaşamak ister gibi canlandı. Gözlerindeki donukluğun ve uyku hâlinin silinir gibi olduğu fark ettim.
“Okulun merdivenlerinde mi? İlk orada mı karşılaştınız?”
“Hayır ilk kez Profesör Brooks’un evinde karşılaştık. Sadece tanıştırıldık o akşam. Profesör Brooks Nottingham Üniversitesi’ne geçmeye karar vermiş ve bizi bir hoşçakal partisine davet etmişti. Ben bölüme henüz katılmış bir doktora öğrencisiydim. Londra’da City’nin ihtişamlı binalarında bunaltıyla geçen beş yıldan sonra bankacılığın bana göre bir iş olmadığına ve yeniden – öğrenci olarak da olsa – üniversiteye dönmeye karar vermiştim. İlk karşılaşmamızda beni pek de etkilediğini söyleyemem doğrusu. Sadece mavi gözlerindeki ışıltı dikkatimi çekmişti. – hepsi o kadar. Hatta çirkin görünmüştü bana – belki de o yüzden gözlerinin mavisi bu kadar dikkatimi çekmişti – bilemiyorum. Sonra okul binasının merdivenlerinde sıkça karşılaşmaya başladık. Okulun merdiven boşluğunu bilirsin, koca bir avlu aslında. En alt kattayken bile en üst kata kimin çıkıyor olduğunu kolayca görebilirsin. Kimi zaman uzaktan görüyordum onu, kimi zaman yanı başımda beliriyordu. Önceleri sadece selamlaşıyorduk. Birgün birlikte bir kahve içmeyi teklif ettim. Bir doktora öğrencisi ile bir öğretim üyesinin birlikte kahve içmelerinden daha doğal birşey olamaz belki ama tabii öğretim üyesi ve öğrenci farklı bölümlere mensup olduklarında da böyle algılanır mı bilemiyorum.”

Anlattıkça uykusuzluk eridi gitti gözlerinde. Kahvesini tazelettirdim. Anlatmıyor yaşıyordu. Hikâyesine ben de kaptırmıştım kendimi. Kendi acımı hatırlamıyordum bile.

“Evliymiş. Çocuksuz ama. Kocasından çok söz etmek istemedi. Kahvelerimizi yudumluyorduk. Mavi gözleri içimi gıcıklamaya çoktan başlamıştı. Çirkinliği de yüzünde bir maskeymiş de sanki, sonradan çıkarıldığında kendi yüzü açığa çıkmış gibiydi benim için. Birşeyi vardı, bir türlü tarif edemediğim. Böyle insanı kuşatıveren ve kendisine doğru çeken bir gizli güç. O ilk kahve sohbetini gittikçe sıklaşan başka sohbetler izlemeye başlamıştı. Sonraları öğle yemeğine de gitmez olmuştum. Sabah evden çıkmadan önce hazırladığım sandviçleri onun odasında yiyorduk. Konuşacak o kadar çok şeyimiz vardı ki... Dans etmeyi çok severmiş. Bir toplulukları varmış. Her hafta Cumaları biryerlerde buluşur dans ederlermiş. Birgün bana sende gel dedi. Gittim. Pek becerikli değildim dans ederken. Güldü bana. Evliydi ama kocası yoktu ortalıkta. Üstelik ondan söz etmeyi de pek sevmezdi. Beni arkadaşlarına ‘Duncan bizim okulda doktora öğrencisi’ diye tanıştırıyordu. Arkadaşlarından kimsenin de kocasını sorduğunu hatırlamıyorum hiç. Artık aşıktım. Gözlerimi ona bakmaktan alıkoyamıyordum. Oysa birlikte geçirdiğimiz zaman ne kadar uzun olursa olsun bana değer vermiyormuşcasına davranıyordu hep. Ben her fırsatta yakınlaşmaya çalışıyorken o hep kaçıyordu. Tanışalı aylar olmuştu artık. Arkadaştık. Bence çok iyi arkadaştık ama sadece arkadaştık. Öylesine bir ruh halindeydim ki; onunla birlikte geçen saatlerin dayanılmaz mutluluğuyla ona erişememenin, ona kavuşamamanın acısını bir arada yaşıyordum. Ama sözünü ettiğim çekiciliğinin esareti altında, kendimi ifade etme, duygularımı kendisine söyleme fırsatım bile yoktu. İnce dudaklarını öpmek istiyordum. Tenine tenimi değdirmek istiyordum. Fakat nafile. Yirmi altı yaşındaki genç bir adamın, otuz yedi yaşındaki olgun bir kadına köleliği... Birgün yine okulda onun odasındaydık. Öğle saatleriydi. Her zamanki gibi benim hazırladığım peynirli sandviçten ısırdığı lokmayı çiğnerken, odasını çepeçevre sarmış olan raflardaki dağınıklığa aldırmaksızın, kitaplarının sırtlarına göz gezdiriyordu. Sonra yürüdü ve kapıyı içeriden kilitledi. Ben kilit sesini duyunca başımı önümdeki dergiden kaldırıp ona baktım. Daracık odasında birkaç adımda bana ulaşıvermesi işten bile değildi. Eğildi ve dudaklarımı öptü. Bayılacak gibi oldum. Kanım kaynıyordu ama ellerim buz gibi terliyordu. Kasıklarımdaki sızı sadece bugünün sızısı değildi aslında; fakat kalakalmış, gafil avlanmıştım. Oysa bu an aylardır beklediğim andı. Tuzağa düştüğü ilk anda donakalmış av gibiydim. Gözleri kapalıydı öperken. Sonra birden doğruldu. Enerjik adımlarla kapıya seğirtti ve açtı. Bana öğleden sonra işim olup olmadığını sordu. Öğleden sonra danışmanımla olan randevumu hatırladım birden ama kekeleyerek ‘yok’ deyiverdim. Çarşambaları öğleden sonra dersi olmazdı. Saat ikiye kadarki zamanını, soru sormak için gelen lisans öğrencilerine ayırır, ardından da eve giderdi hep. Saat ikiye çeyrek vardı. ‘Hadi çıkalım’ dedi. Çıktık. O günden sonra kelimenin anlamında onun esiriydim. Kocasının adını andırmıyordu bir türlü. Ayrı yaşadıklarını söylüyordu hep. Neden boşanmadıklarını öğrenmek istiyordum. Evlilik düşünmeye başlamıştım. Ama ona bu konuyu açmaya bile cesaretim yoktu. Artık okulda daha seyrek görüşmeye başlamıştık. Geceler gündüzlerin yerini almıştı. Ben doktora tezimi ve hatta danışman hocamın yüzünü bile unutmuştum. Uykusuz geçen geceler tüm enerjimi alıyor, gündüzlerse ya uyuyarak ya da onun hayâlini kurarak geçiyordu. Tutsaklığım her geçen gün biraz daha derinleşiyor ve ben batıyordum. Aşk konusunda söylenen ve daha önceleri uçuk gelen sözlerin ne anlama geldiği artık tereddütsüz kavramıştım. Ben aşkın uçurumunda yuvarlandıkça ondaki aldırmazlık artıyordu. Evet aldırmazlık! Doğrusu onun bu tutumunu tanımlamak için hangi kelimenin uygun olduğunu bile tam bilmiyorum. Sonraları, ilişkimizin önceleri sadece gecelere yayılan yönü, aydınlık saatlere de sarkmaya başladı. Seyrek de olsa bölümdeki odasında bile öpüşmekten öte gittiğimiz oluyordu. Bu durum beni çok korkutuyordu ama esiriydim. Ne isterse ona sunuyordum. Aslında korkum kendi doktoramdan çok onun işi içindi. Ben doktorayı çoktan unutmuştum bile. Artık aklımdan buralarda bir iş bulmayı geçirmeye başlamıştım. City’deki Amerikan bankasında çalıştığım dönemde biriktirdiğim paranın bir kısmını çoktan bitirmiştim. Akademik kariyer benim için cazibesini hâlâ koruyordu ama bu kafayla nasıl akademik kariyer yapılabileceği sorusuna cevap veremiyordum. Bu tabii başlı başına bir tez konusu bile olabilirdi. Dişlek danışmanım Profesör Hamilton’ı her gördüğümde, o daha beni görmeden sıvışacak bir delik buluyordum nasılsa. Aşk ve şehvet dolu, karanlıkla gün ışığının birbirine bulandığı günler hızla geçiyordu. Sarı saçlarımın arasında tek tük görünmeye başlayan ak saçlarımın kaynağı, bu düzensiz hayat ve yaşadığım stres olmalıydı. Ona olan aşkımın doyurulan şehvet yönüne karşı ölesiye aç bırakılan duygusallığı, başlı başına büyük bir dertti benim için. Üstelik geride bıraktığım ve bir daha dönemeyeceğim bir işim ve belki de asla gerçekleştiremeyeceğim kariyer planlarım vardı. Paramın günbegün tükenişi bankadan gelen aylık ekstrelerde görünüyordu ama yazmam gereken tezin sayfa sayısında başlangıçta verdiğim tez teklifinin ötesinde fazlaca bir artış olmamıştı. Kendime acıyordum. Bir bataktaydım ve bir güç beni gittikçe daha da derinlere çekiyordu. Bu karma karışık duyguların içinde sürüklenirken, onun farkettirmeden benden uzaklaşmaya çalıştığını hisseder gibi olmuştum. Yoksa kendi kendime ürettiğim bir korku mu bu dile düşünüyordum ama hayır bu gerçeğin ta kendisiydi. Artık eskisi kadar sevişmek istemiyordu. Ya da eskisi kadar zevk almıyordu sevişirken. Hatta görüşmekten bile kaçınmaya başladığını seziyordum. Fakat o kaçtıkça ben üstüne gidiyordum. Bu durumdan o da acı duyuyordu. Benimse baştan beri duyduğum acıydı zaten.

Bir gün odasına gittim. Normalde o saatlerde hep odasında olduğu halde yerinde yoktu. Endişelendim ve hemen evine telefon ettim. ‘Endişelenme evdeyim. Yorgunum biraz – dinleniyorum’ dedi. ‘Peki’ dedim. ‘Eğer birşey istersen?’ ‘Sağol’ deyip kestirip attı. ‘Geleyim mi’ diye sordum. İstemedi. Üstelemedim. Bunu izleyen günlerde sevişmelerimiz ve görüşmelerimiz iyice seyreldi. Fırsattan istifade kendimi toparlamaya ve daha çok tezime vermeye çalışıyordum ama başarılı olduğum söylenemezdi. Kütüphanede makale toplamanın ve rafların arasındaki gündüz rüyalarımın dışında çok da verimli sayılmazdı bu dönem. Bunalmıştım. Bir gün onu yine olması gereken saatlerde odasında bulamayınca telefon etmeksizin evine gitmeye karar verdim. Yakınlardaki bir köyde oturuyordu. Arabam olmadığı için çok da kolay olmayacaktı bu ziyaret. Genellikle onun arabasıyla birlikte giderdik evine. Tabii beni okulun önündeki otoparktan almazdı arabasına. Ben ondan on dakika önce binadan ayrılır ve kampusun çıkışındaki otobüs durağına doğru yürürdüm hep ve beni sanki otostop yaparcasına alırdı beni arabasına. Zihnimde bulanık düşüncelerle, yine otobüs durağına seğirttim. Üstelik bu kez beni almaya gelmeyeceğini bilerek. Saat başı durağa uğrayan iki katlı Sileby otobüsünün üst katındaki rahatsız koltuğa oturduğumda, onu evde, salonda oturmuş kahvesini yudumlayıp sigarasını içerken ve Klasik müzik dinlerken hayal ediyordum. Mavi gözleri de donuk olmalıydı. Ekimin tipik, yağmurlu bir günüydü. Yol boyunca uğradığımız köylerde yemyeşil çimlerin üzerine yayılmış sarı yapraklar bana kendimi hatırlattı. Bu yapraklar kadar yorgun ve kuruydum. Arabayla yirmi dakikada alınan yolu otobüs ancak kırk beş dakikada alabiliyordu, sürekli durduğu ve yolu birazcık uzattığı için. Bu kırk beş dakika boyunca onu ve kendimi hayal ettim – çoğu zaman birlikte. Bu ziyareti sevişerek tamamlamak istiyordum için için. Aramıza giren soğukluğu savurup atacak kadar ateşli anlar. Duraktan evi beş dakikaydı yürüyerek. Evde ışık yoktu; salonda okuyor olamazdı. Bahçe kapısını geçip kapıya dayandığımda zile bastım. Bekledim ama açılmadı. Fakat evde olduğuna şüphe yoktu; garaja bile sokmamıştı arabasını. Endişelendim. Bahçeye açılan mutfak kapısının yanındaki tuğlalardan birinin arkasında, bu kapıyı açan bir anahtarın olduğunu evinin anahtarlarını bölümdeki odasında unuttuğu bir gün öğrenmiştim. Mutfağa girdim. Evde ebedi bir sessizlik vardı sanki. Korktum. Ya iyi değildi ya da uyuyor olmalıydı. Yatak odasına gitmek istedim. Üst kata çıkan merdivenin ahşap basamakları hep gıcırdardı. Henüz birkaç basamağı çıkmışken sabahlığı içinde bir adamın şaskınlık ve korkuyla bana baktığını gördüm. Ürkmüştüm. Ben merdivenin başındaki yabancıya bakarken birden adamın arkasında o beliriverdi ve bir kahkaha attı. ‘Duncan! Kusura bakma bugün öğleden sonraki toplantımızı unutmuşum. Beni bulamayınca korkmuş olmalısın ama neden bir telefon etmedin?’ Merdivenin başındaki yabancı ve ben şaşkındık. Onun dudaklarından dökülen sözler kulaklarımda inlerken, yaşadığımın rüya olup olmadığını anlamaya çalışıyordum. Konuşmak için dudaklarımın kımıldadığını görünce izin vermedi: ‘Tanıştırayım, kocam’ dedi.” Sustu...

Kahvesi çoktan bitmişti. Barmene bize yeniden bira getirmesini söyledim. Daha fazla sormadım.

© Emin Akçaoğlu