21 Ocak 2009 Çarşamba

Turbo

İlk kez, komşu kadınla salona girdiğimizde gördüm onu. Kafasını bile kaldırmadan, aralayıp kapayıverdiği gözleriyle bana bir an umursamazcasına baktı ve kanepenin üzerinde yatmayı sürdürdü. Biz üst kata tırmanırken, yıllanmış ahşap merdivenin çıkardığı gürültüden hiç rahatsız olmadığı, aşağı indiğimizde gözlerini aralamaya bile tenezzül etmeyişinden belliydi.

Barbara Cumartesi kendisinin evde olamayacağını, üvey babasını kaybettiğini, defin için Londra’ya gitmek zorunda olduğunu; anahtarı yandaki komşudan alabileceğimi söylemişti telefonda. Daha önce bulunmadığım bir ülkede, daha caddelerini bile görmediğim bir kentteki ilk gecemi yabancı bir evde yalnız geçirecektim.

Komşu kadının yardımıyla üst kattaki odama bir çırpıda yerleşiverdim. Dışarıda bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyordu. Odamın küçük penceresinden evin arka bahçesi görünüyordu. Yalın yemyeşil bir bahçe; ağaçsız ve çiçeksiz... Önceki yüzyılın sonlarından kalma, bir yanı başka bir eve bitişik diğer yanı bağımsız iki katlı mütevazı bir ev. Cambridge’in Coleridge Yolu’ndaki 47 numaralı kapıya yol kenarındaki küçücük ön bahçeyi birkaç adımda geçince ulaşılıyordu. Evin bitkiden bir çitle çevrili olan arka bahçesi daha büyüktü. Bahçede göze batan yegâne şey bir uçtan diğerine uzanan alçacık çamaşır ipleriydi. Havanın yağmadığı günlerde çamaşırlar buraya asılıyor, yağmurlu günlerde mutfakla bahçe arasına sıkıştırılmış çamaşır odasındaki kurutma makinesi kullanılıyordu. Yatak odaları üst kattaydı. İngiltere’deki ilk aylarımı bu küçük evde geçirecektim ve henüz kimlerle beraber yaşamaya başladığımı bile bilmiyordum.

Ertesi gün öğleye doğru eve döndü Barbara. Bu evin sahibesiydi. Kapının kapandığını iştince aşağıya indim ve kendimi tanıttım. O da kendisininden söz etmek istedi. “Lûtfen otur” dedi bana. “Çay ya da kahve içer misin” diye sordu. Kupası kahve doluydu salondaki masaya oturduğunda. İzin isteyip sigarasını yaktı. Kırlaşmış sarı şaçları ve masmavi gözleri vardı. Bir ilkokulda öğretmenmiş. Elli yedi yaşında. Dul. Kocasını kaybedeli yıllar olmuş. Kendisi gibi dul olan altmış beş yaşındaki Donald’la yaşıyormuş. Donald bir şirkette orta kademe yöneticiyken işini kaybettiğinden beri turist otobüslerinde şoförlük yapıyormuş. İki çocuk büyütmüş. Oğlu Phillip Londra’da yaşıyormuş. Kızı Maria, macera için bir süreliğine Avustralya’daymış... Maria’nın en büyük hayaliymiş bu. Üniversiteyi bitirir bitirmez tatillerde çalışarak biriktirdiği parayla çekip gitmiş. Dönünce o da Londra’ya yerleşecekmiş.

Bunları anlatırken Barbara birden duraksadı ve mutfaktan salınarak salona giren kediyi çağırdı “Toğba” diye seslenerek. Kedi isteksizce yaklaştı kadına. “Bu Maria’nın kedisi Toğba” dedi Barbara. “Tanıştık” dedim “Eve girdiğimde kanepenin üstünde yatıyordu.” “Diğer kediyi de gördün mü? O da benimki” dedi Barbara “Ama birbirlerinden hiç hazzetmezler.” “Hayır, görmedim” dedim. “Maria Toğba’yı bana emanet etti” dedi. Bir kediye Toğba adının verilmesini garipsemiştim. “Kedileri sever misin” diye sordu. “Evet” dedim. “Çocukluğumdan beri hep sevdim kedileri. Köpekleri daha çok severim ama kedileri de severim. Hiç kedim olmadı benim. Bir seferinde kömürlüğümüzün üstüne yuva yapan dişi kedinin yavrularını kendi kedilerimmişcesine benimsemiştim; taa ki kedi benimle uğraşmaktan sıkılıp yavrularını alıp yuvasını terkedene kadar.” Toğba yanımıza yaklaşınca okşadım onu. Belli ki kedinin çok hoşuna gitmişti. Okşamayı bırakınca bacaklarıma sürtündü. Yeniden okşadım. Keyif dolu gırıltılar çıkardı. Barbara’nın da hoşuna gitmişti kedileri sevmem. Sanırım Toğba da beni sevmişti.

Dedim ya, bir kediye Toğba adının verilmesine şaşırmıştım. Barbara’ya Tuğba isminin Türkiye’de kız adı olarak kullanıldığını söyleyince bu kez o şaşırdı. Bana Toğba’nın ne anlama geldiğini söyledi. Toğba meğer bildiğimiz ‘turbo’ymuş. Şişman kedi adının imâ ettiği çeviklikle uzaktan yakından ilgili görünmüyordu ama. Çoğu zaman uyuyor, arada bir mutfak kapısının altındaki kedi kapısından dışarıya çıkıp ortalıktan kayboluyor, çok geçmeden geri dönüp bol bol yedikten sonra yine bir köşeye büzülüp uykuya geçiyordu. Tabii imtiyazlı bir kediydi bu; Maria’nın kedisiydi.

Çok geçmeden Turbo ile aramız bozuldu. Hiç hoşlanmadığım bir huy edinmişti çünkü. Odamda olmadığım zamanlarda yatağımın üstünde uyumayı alışkanlık haline getirmişti. Odamın kapısının kilidi çok zayıftı. Kilidin bilye şeklindeki dili bir kedinin hafif bir kafa darbesiyle bile zorlanmadan açılabiliyordu. Akşamları okuldan döndüğümde Turbo’yu ve dökülen tüylerini yatağımın üzerinde görünce çok sinirlenmeye başlamıştım. Artık her seferinde onu görür görmez kendimi tutamayıp “pissssstttt” diye bağırıyordum tedirginlik içinde. Barbara’ya daha en baştan kedileri sevdiğimi söylemişken, Turbo'yu odamdan çıkarmak istememin yarattığı sıkıntıyla bastırılmış bir pissstttt oluyordu bu. Üstelik Turbo Maria’nın kedisiydi. Bense evde sadece birkaç aylığına kalan bir kiracıydım. Ah bir Maria gelse artık ve Turbo'sunu alıp gitse...

Bir Pazar günüydü. Odamda televizyon seyrediyordum. Barbara’nın çığlık attığını sandım. Herhalde yanılıyorum diye düşünüp aldırmadım önce. Sonra bana seslendiğini farkettim. Hemen aşağıya koştum. Salonun ortasında sırtı kapıya dönük, yere oturmuş ağlıyordu. “Ne oldu, neyin var” diye sordum. Başını bile çevirmedi. İlkin sırtını gördüğüm için ne olduğunu henüz anlayamamıştım. “Toğba... Toğba” diye inledi. Karşısına geçtim. Kolları kan içindeydi. Zor zaptettiği Turbo tırnaklarını boyuna Barbara’nın kolarına geçiriyor ama kadıncağız canı çok yanıyor olmasına rağmen kediyi bir türlü bırakmıyordu. Turbo güçlükle nefes alıyor, boğuluyormuşcasına hırıltılar çıkarıyordu. Ne olduğunu anlayamamış, ürkmüştüm. Kedinin kudurduğunu sandım. Barbara “Su getir n’olur” diye yalvardı. Mutfağa seğirttim. Bir çay kaşığını kapıp getirmem için bağırdı. “Ben bacaklarını tutuyorum. Sen suyu kaşıkla ver ağzına” dedi. Su kediyi azıcık rahatlatmıştı. “Ne oldu” dedim. Barbara biraz sakinleşmişti. Bir çırpıda anlatıverdi: Çarşafları yıkamış. Çamaşır makinasından birer ikişer çıkarttıklarını karşıdaki kurutma makinasına koymuş ve kapağını kapatıp çalıştırmış. Yarım saat sonra makinayı açtığında dökülen tüylere bürünmüş çarşafların arasından Turbo da çıkmış. Meğer, sıcağın cazibesine kapılan Turbo kurutma makinasındaki yumuşacık çarşafların arasına bırakıvermiş kendisini. Yarım saat süren nemli sıcak içinde bir sağa bir sola dönüş kedinin ciğerlerini neredeyse bütünüyle kurutuyormuş. Zavallı Turbo!

Bir süre sonra Donald geldi ve doğruca veterinere gittiler. Eve geldiklerinde Turbo toparlamıştı. Eskisi gibi yatağımın üstünde uyumayı sürdürdü. Bense “piiisssttt” demekten çoktan vazgeçmiştim. Maria dönmeden evden ayrıldım.

© Emin Akçaoğlu

Hiç yorum yok: